27 Ağustos 2022 Cumartesi

MEŞHUR KABADAYI SARRAF NİYAZİ BEY

 


KABADAYI deyince, bugün, aklımıza adi külhanbeyleri geliyor. Halbuki geçen yüzyılda İstanbul'un namlı kabadayıları tam anlamıyla dürüst, tam anlamıyla yiğit insanlardı. Bu yazımızda bahsedeceğimiz Sarraf Niyazi, efendiliğiyle tanınan İstanbul kabadayılarının tipik bir örneğidir.

Sarraf Niyazi, 1.90 boyunda, güleryüzlü bir insandı. Ama küçük bir haksızlıkla karşılaşınca kaşlarını çattı mı herkes kaçacak delik arar, haksızlık edenler ondan yediği tokatla kendilerini yerde bulurdu. Giyinişini görenler onu bir yerde memur zannederlerdi. Yaptıklarıyla asla övünmez, hatta bahis açılsa hemen kapatırdı. Bu sebeple maceralı geçen hayatının bilinmesi, kendisini tanıyanların anlatabildiklerinden öteye gidememiştir.

Ceddi, yıllarca Mora'da Tepedelenli Ali Paşa'nın kır serdarlığını yapmış kimselerdi. Dağlarda, ovalarda at oynatarak eşkıyaya aman vermeyenlerin çocuğu olan Sarraf Niyazi, 1862 yılında Mora'nın Yenişehir kasabasında dünyaya geldi. 1868'de Istanbul'a hicret eden aile, Aksaray'a yerleşti. İlk ve orta tahsilinden sonra kaydolduğu Tıbbiye Mektebi'nden, İsmail Paşa'nın bir sözü ile ayrıldı. Paşa, doktorluğun onun gibi bir işe sebat etmeyen, serbest davranışlı kimsenin harcı olamayacağını söylemişti. Bunun üzerine bir işe bağlanmasını arzulayan babası Mahmud Bey, ona Aksaray'da sarraf dükkânı açtı. Elinin açık oluşu ve hesapsız verdiği borçların tahsil edilemeyişinden, kısa zamanda iflas etti, ama bu yüzden ölünceye kadar «Sarraf» lâkabıyle anılageldi. Demet halindeki alacak senetlerini, kızının oğlu Celâl Karpat Bey, bir hâtıra olarak saklamaktadır.


Haksızlığa tahammül edemeyen Sarraf Niyazi, bundan sonra, Istanbul'un namlı efendi kabadayılarından biri oldu. Geliri ile geçinirdi. Uğrak yeri Aksaray'da «On İkiler» diye anılan kabadayıların toplandığı Emin Ağa'nın kahvehanesi idi.

Asla kavgacı değildi. Mecbur kalmadıkça silaha sarılmaz, sahte kabadayıların üçünü, beşini müthiş tokadı ile hizaya getirirdi. Kabadayı geleneğine göre, bu gibi olaylar şahsi addedilip, polis işe karıştırılmazdı. Zira neticesi ifade alıp vermekten öteye gitmeyeceği bilindiğinden Sarraf Niyazi gibi kabadayılar, meseleyi ahlâksızlara revâ gördükleri meydan dayağı ile hallederlerdi. Muhitinin namusunu üzerine almış olan kabadayıların buna benzer müdahalelerine zamanın polisi de göz yumardı.

Bıçak ve tabanca çekmekte isim yapmıştı. Emin Ağa'nın kahvehanesinde otururken; çakısı ile sivrilttiği şimşir çubukları, geceleri gittiği salaş tiyatroların tahtalarına, uzaktan fırlatarak saplamasındaki melekesine hayran kalan üstad Ahmed Rasim «Böyle maharetin varken silâh taşımanı yersiz buluyorum» demişti. Son zamanlarında dahi torununun fırlattığı taşları, serî tabanca çekişiyle havada parçalardı.
Emin Ağa'nın kahvehanesi, Aksaray Murad Paşa Camii'nin avlusuna bakardı. Burası İstanbul'un namlı kabadayıları «On İkiler» in mekânıydı. Emin Ağa, kahvehanesinin asma katında yatar, kalkardı. Tâbi denen iki çıraktan başka, bir de ocakçı çalışırdı. Tâbiler değişse bile ocakçıya pek dokunulmazdı. Çünkü müdavimlerin nasıl kahve veya çay içtiğini bilmesi gerekirdi.

Pehlivanlarla tavla, domina, prafa ve horoz dövüşlerinin devamlı müşterisi olduğu bu kahvehanenin, içini ve önünü dolayan peykelerin altında cins horozlar muhafaza edilirdi.

Emin Ağa'nın dört gözlü çekmecesinin beher gözünde Osmanlı, İngiliz, Fransız altınları ile bozuk paralar bulunurdu. İhtiyacı olan müdavim: «Emin Ağa, iki Osmanlı ver» der ve senetsiz aldığı borcunu, faizsiz öderdi. İçilen çay veya kahvenin bedeli peşin alınmaz:

«Arif Bey'e üç yaz, Mehmed Ağa'ya iki yaz» denerek, duvardaki kara tahtada yazılı adının hizasına tebeşirle çizilir; borçlu da aklına gelince: «Şu bizim hesaba bak» diyerek hesabını kapatırdı. O gün gelmeyen olursa, bizzat Emin Ağa tarafından evinden aranırdı. Hasta ise «Destur» diyerek içeri girer, doktor çağırıp, ilacını temin ederdi. Kısa bir müddet için şehir dışına gidecek olanlar «Bizim eve göz kulak ol» derlerdi.
Kahvehanenin müdavimleri, Emin Ağa'nın akrabası «Dede» namındaki zatın getirdiği peynirli pide ile kahvaltı ederdi. Öğlende ise, Arnavutlar'ın tablada sattıkları ciğer kebabı, piyaz yenirdi. Herkes önündeki küçük hasır iskemleyi ters çevirir, tepsiyi üzerine koyardı. Müşteriler gidinceye kadar açık kalan kahvehanede, Ramazanlarda sahura kadar tavla, dama, domina ve prafa oynanırdı. Kumar yoktu. Ancak duvardaki raflara dizili Yafa portakallarına bahis konurdu.

(Sarraf Niyazi Bey'e Zaptiye Nezaretince verilen takdirname)



Kaynak: İhsan Birinci, Hayat Tarih Mecmuası, Aralık 1968 Sayı: 11








Kara Kemal’in Suret-i Takibine ve Derdestine Dair Rapor

Suikast hadisesine karışmış olan Abdülkadir ile Kara Kemal’in derdestleri hakkındaki emr ve tebliğ, Sarı Efe Edip ve İzmit Mebusu Şükrü Bey’in tevkiflerinden sonra geldiği için meselede alakadâr olduklarının anlaşılmasından mütehassıl hissiyatla firara muvaffak olan bu iki şahıstan Kara Kemal’in hassaten İstanbul’da menfaat didelerinin çokluğu hasebiyle mazhar-ı muavenet ve himaye olması ve harice firarının teshil edilmesi ihtimaline mebni en ziyade itimat ettiği erkân-ı ittihat ve iaşenin istiklal mahkeme-i celilesince verilen salahiyete istinaden tevkiflerine ve ikinci derecedeki adamlarının da taht-ı tarassuda alınmasına lüzum görülmüş ve icabı icra kılınmıştı.

Yapılan bu tedbirler neticesinde harice firar keyfiyeti akamete uğramış ve en ziyade itimat ettiği iaşecilerden Küçükpazar maliye tahakkuk müdürü Enver ve milli kantariye şirketi ardiye memuru Niyazi’ye ilticaya ve nihayet atide arz ve izah olunacağı vechile yakayı ele vermeğe mecbur bırakılmıştır.

Zabıtanın şiddetli takibatı ve mükafat-ı nakdiye verileceğinin ilanı sırasında İstanbul ithalat gümrüğü dört numaralı ambar memuru Mazhar Efendi, akrabasından ve Kara Kemal’in pek emin ve fedakâr adamlarından bâlâda ismi mezkur Niyazi ile mülakatında Kara Kemal'in kaçırılması mevzubahis ve münakaşa edilmiş olduğu ve Mazhar Efendi ambar memuru olmak hasebiyle sıfat-ı memuriyetinden bil-istifade Kara Kemal'i eşya-yı zatiye gibi bir sandığa koyarak veyahut gümrük memuru kıyafetine sokarak ecnebi vapurlarından birine nakleylemenin mümkün olacağını Niyazi'ye ifham eylediğini ve Niyazi'nin de bu iki suretten hangisini tercih edeceğini düşünüp bilahare söyleyeceğini ve ona göre iktiza-yı hâle tevessül edilmenin muvaffak olacağını dermeyanla ayrıldıklarını arkadaşlarından ve polis-i taharri memurlarından Şükrü Efendi delaletiyle polis müdüriyetine ihbar etmek üzere müracaatında, tesadüf eylediği Rasim, Hulusi, Ziya, Said Bey'lerin talebiyle cereyan-ı hali bunlara bildirdikten sonra memurin muma-ileyhin tertib ettikleri plan dairesinde müracaat teklifini kabulden bir müddet sonra telefonla vuku' bulan davet üzerine Rasim ve Hulusi Bey'ler Galata'da Bahriye Kıraathanesine gittiklerinde Mazhar Efendi kendisinin Niyazi tarafından takip edilmekte olduğunu hisseylediğinden bu vaziyet karşısında artık Niyazi'ye gidemeyeceğini beyan ve yalnız Niyazi'nin hanesi de dahil olmak üzere adreslerini i'ta eylediği beş hanenin taharrisi lüzumundan bahsederek ortadan çekilmiş ve polis müdürü Ekrem Bey, Ankara'dan avdeti hasebiyle işi bizzat deruhte ederek gayur maiyet-i erkânından Rasim, Ziya, Hulusi, Said Bey’lerin iştirak-ı mesaisiyle Kara Kemal’in tahakkuk müdürü Enver’in hanesinde olduğunu tespit ve derdest-i muvaffakiyetini temin eylemiştir.

Temmuzun 24-25. Pazar gecesi ahzedilen tertibat üzerine saat yirmi dört raddelerinde Mazhar Efendi’nin vermiş olduğu adreslerdeki haneler ve bu meyanda Niyazi’nin hanesi dikkatli bir surette taharri edilmiş ise de müspet bir netice istihsal edilememiştir. Ancak Niyazi esna-yı isticabında Kara Kemal’in ihtifagâhını ve merkum ile mevcut samimi münasebetini külliyen inkâr ve âmir, memur ve maiyeti haricinde kendisiyle istisnai hiçbir münasebeti bulunmadığını beyan etmiş ise de bir taraftan vaki' olan telkinat ve tazyikat-ı müessire ve diğer taraftan hafidi Selanik Bankası memurlarından Mahmud Celaleddin Bey'in taht-ı nezarete alınması ve bu çocuğun büyük pederinin, yani Niyazi'nin Kara Kemal'e ve İttihat ve Terakki'ye karşı pek teveccühkâr ve bütün manasıyla koyu bir ittihatçı olduğunu ve Kara Kemal hakkında evde daima sitayişkârane bir lisan kullandığını ve mamafih Kara Kemal evlerine gelmediği gibi bundan hiçbir malumatı dahi bulunmadığını ifade eylemesi ve Niyazi'nin ise hafidine karşı pek fazla bir muhabbet eylediğinin anlaşılması üzerine derhal doğru söylediği takdirde hafidinin tahliye olunacağı va'dedilmiş ve bu va'd ile beraber aynı zamanda tezyid edilen telkinat ve tazyikat da müsmir bir neticeye müncer olarak 26 Temmuz 1926 Pazartesi günü gözyaşları ve afv u merhamet temennileri arasında ber-vech-i ati itirafa başlamıştır:

- Bana üç gün müsade verdiğiniz takdirde Kara Kemal'in bana karşı olan fevkalade itimadından bil-istifade ya ihtifagâhını veya ihtifagâhını bilen adamı bulurum diye söze başlamış ise de bu şeklin asla kabul edilemeyeceğini ve üzerinde mevcut şüphelerin bütün bütün müspet bir mecraya dahil olduğunu akl-ı selimiyle takdir ve fazla ısrarın beyhudeliğini nefsine karşı teslim eden merkum şu vechile itirafatına devama mecbur olmuştur:

- Maliye tahsil şubelerinden birinde ve zannıma nazaran Balıkpazarı'nda memur olduğunu tahmin ettiğim Enver veya Münir namında, orta boylu, zayıfça, sarışın, kıvrık bıyıklı, gözleri çakır, kırk-kırk beş yaşlarında bir adam bana Kara Kemal'den haber getirdi. Firarı için (efendinin) bir çare bulunmasını benden rica ettiğini beyan ve selamını tebliğ etti. Yeri emin midir? dedim, makam-ı tasdikte gözlerini kapadı. Fakat nerede olduğunu söylemedi, binaenaleyh ben yerini bilmiyorum, o adam bulunacak olursa herhalde Kemal'in bulunduğu yeri bilir.

İtirafat üzerine 27 Temmuz 1926 Salı günü Balıkpazarı, Eminönü, Keresteciler tahsil şubelerinde tahkikat yapılmış ve Küçükpazar maliye şubesi tahakkuk müdürünün isminin Enver olduğu anlaşılarak saat on ikide öğle yemeğine çıktığı bir anda muma-ileyh Enver Efendi refikasının malumatı olmaksızın derhal tevkif ve Ayasofya Merkezi'ne i'zam kılınmıştır. Mahal-i mezkurda üç saat mütemadiyen icra edilen telkinat-ı şedide neticesinde bidayeten inkar eylemesine rağmen saat on beşi yirmi geçe firarinin on beş günden beri Aksaray'da Canbaziye Mahallesinde Tatlıkuyu Sokağında 10 numaralı hanesinin üst katında bahçeye nazır odada bulunduğunu bildirmiş ve hemşiresine hitaben: "Kardeşim Allah'ın kaza ve kaderi neticesi olarak başımıza gelen felaketin sonu gelmiştir. Memur Rasim Bey bu kağıdı sana verince onunla beraber evden çık ve Rıza da evdeyse ona de öyle çocukluk edip de bunlar evimize ne için giriyor diye mukabeleye kalkışmasın ve senin ile beraber evden çıksın, sonra avdet edersiniz. Benim için katiyen merak etmeyin." mealinde yazdığı bir mektubu polis müdüriyeti refakatinde Rasim Bey'e tevdi' eylemiş ve memurin-i kâffe ile mahal-i mezkura gidilip tertibat-ı lazıma ahzından sonra elde mevcut anahtarla haneye girilmiş ve taharriyat esnasında firarinin bulunduğu odaya dahil olunmuş ise de tehi bulunduğu görülmesi üzerine bu hal muvacehesinde pek ziyade mütedehhiş ve mütevehhiş bir hale gelen ve hakiki bir mücrim vaziyetini gösteren Enver'in hemşiresi Vasfiye Hanım sıkıştırılmış ve şayan-ı hayret bir soğukkanlılıkla üç buçuk saat evvel firarinin ihtifagâhından çıkarak bahçe duvarından kaçtığını beyan ve ısrar etmiş ve mezkur odada 27 Temmuz 1926 tarihli bir (Milliyet) gazetesiyle sigara tablası içinde bir sigaranın henüz yanmakta olduğu ve bir çift siyah fotin ile bir siyah ceketin dahi bulunduğu görülmüş olması üzerine firarinin henüz orada olduğuna hiç şüphe kalmayarak taharriyat, hane ve müştemilatıyla civar bahçelere dahi sıkı bir surette icra olundukta iken derinden bir silah sesi istima' edilmiş ve aynı zamanda bahçe duvarına muttasıl tavuk kümesliğinde mevcut üç kümesten birisinin oynadığı ve arkasındaki duvarın içine doğru oyulmuş bir mahallin mevcudiyeti müşahede edilmiş ve hemen oraya şitab edildikte firarinin elinde mevcut rovelverini sağ şakağına endaht etmek suretiyle mecruh ve ifadeye gayr-ı muktedir bir vaziyette bulunduğu görülerek hemen mevcut otomobillerden birine nakledilmiş ve o esnada terk-i hayat etmiştir.


23 Mayıs 2018 Çarşamba

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 3 -


Kabasakal Asıldıktan Sonra Bekir Ağa Bölüğü’ne Getirilmiş, İstibdad Erkânını Müthiş Bir Korku Almıştı. Onlara Ayrı Bir Koğuş Verilmişti.


- Benim ne kabahatim var ki bana bu zulmü reva görüyorsunuz. Yok irade-i padişahî böyle ise diyeceğim yok… diye kekeledi.
O bunu söyler söylemez koğuşta bir gülüşmedir başladı. Ölüm yanı başındayken bile hâlâ padişahı sayıklıyor, hâlâ irade-i padişahîden bahsediyordu. Sultan Hamid tevkif edilmiş, Selanik’e sevk edilmişti. Bu hâlâ padişahından imdat bekliyordu.
Üzerinden resmî üniformalı elbiselerini çıkardık, başından gömleği geçirdik. Kendisine son bir diyeceği olup olmadığını sorduk.
- Vasiyetnamemi yazınız, dedi.
Derhal bir kâğıt kalem getirdik. O söyledi biz yazdık. Sonra imamın önünde tövbe ve istiğfar etti.
Nihayet bütün bu merasim bittikten sonra paşayı sehpanın bulunduğu meydana götürdük. Paşa sandalyeye çıktı, boynuna ip geçirildi. Bu ana kadar beyne’n-nevm ve’l-yakaza bir haldeydi. Hissini, iradesini, düşünce kabiliyetini kaybetmişti. Ancak ip boynuna geçtikten sonra uykudan uyanır gibi başını kaldırdı, etrafına bir göz gezdirdi ve:
- Durunuz, dedi.
 Herkes durdu. Paşa bir şey mi söyleyecekti? Hayır, maksadı iki dakika kazanmaktı. Yine daldı, kendisini kaybetti. Ağzından birtakım sözler dökülüyordu. Fakat bunu kendisi bile işitmiyordu.
Onunla beraber o gece beş kişi daha idam ediliyordu. Diğerleri asıldıkları halde bunun sandalyesine hâlâ ayak vurulmamıştı. İdama nezaret eden Nezir Efendi paşanın hâlâ asılmadığını görünce bağırdı:
- Ne duruyorsunuz, sandalyeyi çeksenize! Kıpti sandalyeye bir tekme vurdu. Sehpa sarsıldı. İp gerildi. Paşanın ruhsuz vücudu asıldı. İstibdadın ilk heykeli yıkılmış oluyordu.
Bekir Ağa Bölüğü’nü ziyaret edip idam sehpasından kurtulanlar da az değildi. Bunlar içinde istibdad devrinin birçok ricali vardı.
İlk günlerde idi. Bir gün akşamüstü büyük kapının önünde bir araba durdu, kendi kendime “yeni misafirler geliyor” dedim. Kapıya koştum. Bir de karşımda Eski Merkez Kumandanı Sadettin Paşa’yı görmeyeyim mi? Uzun müddet onun maiyetinde çalışmış olduğum için beni görür görmez tanıdı. Evvelce yalnız amirâne bir selam vermekle iktifa eden Sadettin Paşa bu defa adeta teklifsiz bir eda ile:
- Vay evlat, sen burada mısın? diye iltifat etmek istedi. Uzun müddet maiyetinde çalışmış bir adama teslim olmak memnuniyetini mucip olmuştu. Kendisini aldım. Bekir Ağa Bölüğü Muhafızı Necati Bey’in odasına götürdüm. Necati Bey ona yanındaki koltukta yer gösterdi. Kendisi de karşısına geçip oturdu. Birkaç dakika sonra beni çağırdı:
- Hasan, dedi. Yeni gelecek misafirlerimiz var. Camiinin sağ tarafındaki küçük odayı temizlet.
Dikkat ettim, bir vakit yaver-i hazret-i şehriyari olmakla müftehir Sadettin Paşa, evvelce selam vermeye tenezzül etmediği Necati Bey’in karşısında kan ter döküyordu. İnkılap her şeyi alt üst etmiş, dünkü amirleri bugünün memurları karşısında hesap vermeye mecbur etmişti. Birkaç dakika sonra oda hazırdı. Sadettin Paşa odaya girince şaşırdı. Çünkü asker burasını süpürürken müthiş toz kaldırmıştı. Bu tozlar henüz yatışmamış, odanın havasını teneffüs edilmeyecek hâle getirmişti. Etrafına bakındı. Sonra bana döndü:
- Hasan, dedi. Ben burada mı yatacağım?
- Ne yapalım paşam, dedim. Şimdilik elimizde boş olarak bu oda var.
O hâlâ vaziyeti anlamamıştı.
- Burada oturacak bir sandalye bile yok. Hiç olmazsa konaktan bir yatak getirseler, dedi.
Necati Bey’e gittim. Sadettin Paşa’nın arzusunu anlattım. Müsaade etti. Bir gardiyanla beraber gittik, şimdi Evkâf Müdüriyeti tarafından işgal edilen Çemberlitaş’taki konaktan bir yatak getirdik. Yatağını yaptırdım. Mümkün olduğu kadar istirahatını temine çalıştım. Fakat Sadettin Paşa’yı telaş ve endişe almıştı. Oturacak bir sandalye arayan bu sâbık yaver-i hazret-i şehriyari, şimdi yatağına bile ilişmiyor, sinirli sinirli odada dolaşıyordu. Ben yatağın yapılmasına nezaret ederken sordu:
- Hasan, bizim hakkımızda ne yapacaklarını öğrendin mi?


Ben bu suale nasıl cevap verebilirdim? Fakat öğrenip kendisine haber vereceğimi söyledim. Maksadım Necati Bey’den yapılacak muameleyi öğrenmekti. Bu sırada kapıda ikinci bir araba durdu. İçinden Yemen Valisi Ratıp Paşa çıktı. Necati Bey’in emri üzerine onu da Sadettin Paşa’nın yanına aldım. Vakit hayli geçmişti. Ratıp Paşa için ayrı yatak getirtmek mümkün değildi. O gece iki paşa aynı yatakta koyun koyuna yattılar.
Ertesi gün araba araba bütün saray erkânı Bekir Ağa Bölüğü’ne taşındı. Yeni gelen misafirler arasında Başkâtip Kara Tahsin, Üfürükçü Ebulhüda, İbrikdar Kâmil Ağa, Basurcu Âgâh, Bahriye Nâzırı Hasan Rami, Serasker Ali Rıza Paşalar vardı. Bunların hepsini itfaiye kışlasının üst katında kum meydanına nâzır bir odaya koyduk. Ratıp ve Sadettin Paşalar da ertesi gün sultan sarayları namıyla maruf mahale nakledildiler.
Bütün bu kendilerini büyük sanan rical aynı koğuşta bir ay kadar kaldılar. Her gün idam edilmek tehlikesi karşısında asabileşiyor, şakalaşıyor, eğleniyorlardı. Onların koğuş hayatı başlı başlına bir âlemdi. Memleketi idare edenlerin ruhlarını ve ahlâklarını anlamak için bundan iyi bir mevki olamazdı. Bir ay sabah akşam bunların içinde yaşadım. Samimi sohbetlerine karıştım. Gördüklerim, bütün hayatımda unutulamayacak kadar meraklı şeylerdir.
Bunların içinde en ziyade hoşsohbet olan Üfürükçü Ebulhüda idi. Ebulhüda, koğuşun falcısı idi. Zaten bütün paşaları bir araya getirsen hepsi birden bir incir çekirdeğini dolduracak kadar dimağ sahibi değillerdi. Onları gördükçe hep içimden güler ve “zavallı bizler” derdim. Ne insanların eline kalmışız!
Filhakika bunlar ne ciğeri beş para etmez insanlardı. Hayatta bildikleri şey çalım atmak, emir vermek ve hüküm sürmekti. Fakat aralarındaki muhavereyi işitseniz, bu adamların nasıl olup da senelerce memleketin başında bulunduklarına şaşmamak mümkün olmazdı.
Evet Ebulhüda, bu beyni boş, böbrekleri çürük paşaların falcısı idi. Sarayın bu maruf üfürükçüsü, gecelik entarisiyle yatağının üstüne oturur, etrafa bir selam verir, bir iki anlaşılmaz duadan sonra latifeye başlardı:
- Bana Üfürükçü Ebulhüda diyorlar, derdi. Halbuki ben şimdiye kadar kimseye büyü yapmadım. Kimseyi üfürükle tedavi etmedim.
Sonra birden kahkaha salar işi şakaya boğardı. Koğuşta herkes hayat memat meselesi ile karşı karşıya olduğu için Ebulhüda’nın bu şakaları ötekilerin de derdini avutur, onlara iyi bir vakit geçirmeye yardım ederdi.
Her an ölüm ile menfa kararları arasında titreşip duran paşalar hep birden Ebulhüda’nın etrafına üşüşür, ona fal baktırırlardı. Ebulhüda herkese başka türlü bir fal bakardı. Birisine Kur’an-ı Kerim’den mana çıkararak istikbalini söylerdi. Bir diğerine iskambil kâğıdıyla fal bakardı. Fakat bütün fallarında paşaları heyecan içinde koyar, bazen de kahkahadan bayıltırdı.
Ebulhüda en ziyade Başkâtip Kara Tahsin Paşa’yı üzmekten hoşlanırdı. Ne vakit onun falına baksa:
- Paşam, derdi. Senin akıbetin kötü. Bazen dar ağacı görüyorum. Bazen Anadolu’nun ıssız bir köyü gözümün önünde canlanıyor. İdam mı desem, sürgün mü desem, hapis mi desem diye sıralamaya başlar, Kara Tahsin’i çileden çıkarırdı.
Kara Tahsin, koğuşun kara belası idi. Yemeğini önüne getirmelerini ister, yüzünü yıkamak için bile yatağından kalkmazdı. Sanki yatağı içinde kötürüm olmuş gibi idi. Bütün arkadaşları koğuşta sinirli sinirli dolaştıkları hâlde o Ebulhüda ile karşı karşıya geçer, tesbih çekerlerdi. Kara Tahsin’in diğerlerine karşı takınmak istediği bu efendi tavrı, arkadaşlarını gücendirmekten hali kalmazdı. Hatta bazen paşaların Kara Tahsin’e çıkıştıkları bile vaki olurdu.
Paşaların hariçle temasları men edilmişti. Yalnız haftada bir defa gelecek ziyaretçileri benim nezaretim altında olmak üzere görebilirlerdi. Fakat bence en tehlikesiz mevkuflar bunlardı. Çünkü bunlar daha tevkifhane kapısından içeri girer girmez vaziyeti anlamışlar ve teslim olmuşlardı. Artık kaçmak akıllarından bile geçmiyordu, zaten böyle bir şey düşünseler bile içlerinde bu tehlikeli teşebbüse atılacak kimse yoktu. Onlar kaderleri neyse onu çekmeye razı olmuş, tevekkülle divan-ı harbin haklarında vereceği kararı bekliyorlardı. En ziyade korktukları şey de tabi idamdı. İkide bir beni çağırır, telaşlı ve heyecanlı bir sesle beni iskandil ederlerdi:
- Hasan, derlerdi, hakkımızda verilecek hükmü, yapılacak muameleyi öğrenirsen sana bol mükafat var.

14 Ocak 2018 Pazar

Neşve Mecmuası Ocak 2018

Neşve Mecmuası Ocak sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 10.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar.
İndirmek için lütfen tıklayınız:

21 Kasım 2017 Salı

Neşve Mecmuası Kasım 2017

Neşve Mecmuası Kasım sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 9.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..
İndirmek için lütfen tıklayınız:

9 Ekim 2017 Pazartesi

Neşve Mecmuası Ekim 2017

Neşve Mecmuası Ekim sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 8.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..
İndirmek için lütfen tıklayınız:

1 Eylül 2017 Cuma

Neşve Mecmuası Eylül 2017

Neşve Mecmuası Eylül sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 7.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..

İndirmek için lütfen tıklayınız: